8 Kasım 2019’da kaybettiğimiz değerli hocamız Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun 7 Kasım 2017 tarihli yazısıdır. Bu yazıların paylaşımı sırasında metinde hiç bir düzeltme yapılmaması kararımızdır. (Saygı Ve Özlemle…)
Tiyatro, özvarlığımızı farketmemize yarayan şeylerin, mutlulukların, acıların, ağlama ve gülmelerin, sevgilerimizin, nefretlerimizin, üstünlüklerimizin ve zaaflarımızın büyülü aynasıdır. Oyun yazarı ve ilk Shakespeare yorumcularından Johann Elias Schlegel, 1764 yılında yazdığı bir yazısında, ayna olma görevinden şöyle sözetmiştir: “İyi bir tiyatro tüm insanlara, kendine çekidüzen veren bir kadının ayna karşısında yaptığını yaptırır.” Romantik dönem yazarlarından Novalis, tiyatroyu, “insanoğlunun canlı yansısı” olarak deyimler.
Tarih boyunca, toplumlarda ve insanlarda yaşam korkusu ve yokolma tehlikesi arttıkça, tiyatro da buna karşı o şiddette karşı durmuştur. İnsan yaşamında olağanüstü ve çoğu zaman da kendini belli etmeden roller oynayan tiyatronun tarihsel gelişmesi içinde, her çığırın tinsel, siyasal, toplumsal durumlarını aydınlattığı görülür. Artık bugün tiyatronun varlığı ve etkisi tartışma götürmez bir gerçektir;
Tiyatronun her gelişme evresi yalnızca bir vakit geçirme olmamıştır. İnsan yaşamında bu gelişme basamağı, seyircinin tiyatro olayına katılışı ile, kendini tanımanın, kendini gerçekleştirmenin ya da daha çok günümüzde görüldüğü gibi, maskeleri atmanın ilkelerini ortaya çıkarmış ve yapısı içinde kendine özgü bir varlık olmuştur.
Yüzyılımızda, kendimizi, içimizdeki ‘kara güçler’den arındırmak için oyunculukta belli ölçüde bir transa girmemiz gerektiğini belirten Antonin Artaud (1896-1948), bir çeşit psikoterapi önermiştir. O, aralıklarla ruh sağlığı hastanesinde yatmış olan, kendi beynini kavuran bir dehaydı. Artaud, sürekli olarak kendi kendini gözlemlemiş olan bir sanatçıydı. 1938’de, çeşitli yazılarını topladığı Tiyatro ve Benzeri (Le Théâtre et son Double), Gallimard, Paris 1938) adlı kitabında, ‘İşkence Tiyatrosu’ ile tiyatroda tinsel anlamda şiddetin ruh sağlığı için önemli olduğunu savunmuştur. Ona göre, tiyatronun temel amacı, yaşamı “sonsuz ve evrensel görünüşü içinde vermek ve bu yaşamdan, içlerinde kendimizi bulmaktan hoşlanacağımız görüntüler çıkarmak”tı. Artaud, baş harfleri J. P. Olan bir dostuna yazdığı 14 Kasım 1932 tarihli mektubunda, ‘İşkence Tiyatrosu’ nu, “yaşama olan iştiha, kozmik şiddet ve vazgeçilemeyecek bir gereksinim; başka deyişle, içimizdeki karanlığı silip süpürecek bir kasırga”, olarak betimlemiştir (a.g.y.,102). Artaud, kişisel sorunları ele alan bir tiyatro öneriyordu. Bunun için de efsane ve büyüye geri dönmek gerekiyordu. İnsan ruhunun en derin çatışmalarını gösterecek olan bu tiyatroya, tinsel acıyı çektirecek ‘İşkence Tiyatrosu’ adını verdi. Bu tiyatro yalnızca nesnel ve görünen dünyayı değil, ama bütün olanaklarıyla “iç dünyayı, yani insanın metafizik görünüşünü ” vermesi gerekiyordu.
Artaud’ya bağlı olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, psikodrama’ ya çok yaklaşan, tiyatroda gelişen bir başka yönelişe, ‘Happening’e değinebiliriz. ‘Happening’in psikodrama’dan farkı, ressam Jean-Jacques Lebel’in dediği gibi “içe doğuşları, beyin yıkanmadan ortaya çıkarmasıdır.” Bu da bir çeşit, modern insanın ritüelidir. Spontanlık, doğaçlama ve seyircinin doğrudan katılmasıyla ortaya çıkan ‘happening’ de (oluş’da), konu değil, durum ya da durumlar vardır. Bir durum verilir ve bu durum üstüne çeşitli kimseler doğaçlamalarını hiçbir denetim olmadan geliştirirler. İnsanlar hemcinsleriyle, nesnelerle ya da bir imgeyle karşı karşıya bırakılır. Bireyler kendi ruh durumları içinde bunlara tepki gösterirler. ‘Happening’de sahne ile seyirci, iluzyon ile gerçek arasında hiçbir sınır yoktur. Bu oyunda seyirci sonucu belli olmayan bir duruma, imgeye kendi ruhsal koşulları içinde katılır. Böylece, seyirci, yalnızca seyreden olmaktan çıkar, verilen imgenin ya da durumun bir parçası oluverir. Böylece, katılımcı, 1. tanımadığı yepyeni bir çevreye götürülmüş olur, 2. bir serüvene itilir, 3. insanların gerçek yaşamda bulundukları çevre ve kendi konumları birden komik görünmeye başlar ve grotesk bir görünüş alır. Sanatın her dalında görülen ‘happening’ insanların kendi ruhsal engellerini aşmalarına da aracı olur. Burada asıl önemli olan ‘happening’in ritüelistik öğesidir.
Tiyatronun, hiç kuşkusuz, insan karakterini geliştirmede, onu ruhsal yönden sağlıklı bir duruma getirmede büyük katkısı vardır. Tiyatro hem uyarıcı, hem eğiticidir. Tiyatro çalışmaları insanın hem kendiyle, hem de başkalarıyla iletişim kurmasını sağlar. Bu da psikolojik sapmalara karşı en sağlam mendireklerden biridir. Tiyatronun hem bireye hem de o bireyin toplum içindeki yaşamına büyük katkıları vardır: 1. dayanışma hazzını öğretir ve sorumluluk duygusunu pekiştirir; 2. topluluk içinde yaşama anlayışını geliştirir; 3. toplum içinde kendi benliğinin ortaya çıkmasını gerçekleştirir; 4. topluluk içinde konuşmasını öğretir; 5. düşünmeyi ve düşünceyi eyleme sokma becerisini sağlar; 6. cinsel kompleksleri, tutarsızlıkları ve ölçüsüzlükleri önler, normale çevirir; 7. yaşamı gözlemlemeyi düşünmeyi ve yorumlamayı keskinleştirir; 8. fiziğini ve hareketlerini denetimli duruma getirir; 9. fantezi dünyasını geliştirir, dolayısıyla yaratma kapasitesini arttırır; 10. bireyin estetik duygusunu olgunlaştırır.
Bütün bunlar, tiyatronun insanı büyüteç altında göstermesinden kaynaklanır. Sık sık insanların savunma mekanizmalarında gedikler açarak onlara kendileri ve başkaları üzerinde düşünmelerini ve daha duyarlı olmalarını ima eder. İnsanın erdemi, aklı renklendiren, onu katılıktan, haksızlıktan, kayıtsızlıktan ve kuruluktan kurtaran duygu dediğimiz insancıl yanıdır. Ama duygular aynı zamanda insanın tuzağıdır da. İnsanı insan yapan duygu, zaman zaman onu kemiren, saptıran, ruhsal yıkımlara götüren bir şeydir de. İşte tiyatro, her şeyden önce zayıf ve kusurla yanlarıyla bile güzel ve yaratıcı olabilen insanın özvarlığıyla ilgilendiği için gereklidir.
Dram sanatı (tiyatro, sinema), katılanları psikolojik açıdan etkilemek için sınırsız sayıda kod kullanır; bu kodlar imgeleri oluşturur. Oyuncunun jestleri, fiziksel hareketleri, sesi, konuşması, tonlamaları, makyajı ve giysisi, kullandığı eşyalar, takılar bunların biçimleri, renkleri; sahne tasarımının (dekor, giysi, ışıklama, aksesuvar, vb.) biçimi, renkleri, atmosferi; sahnenin çeşitli mekânları, bunların tümü seyircide belli etkiler uyandırmak içindir. Bir dramatik gösteride, bu tür işitsel-görsel imgeler her saniye karşımıza çıkar; sahnede olsun, beyaz perdede ya da televizyon ekranında olsun, bu saniyelik imgelerde çok sayıda konu, yani bilgi birimleri bulunur. Bunların bazısı seyirci tarafından bilerek alınır, bir bölümü de seyircinin bilinçaltınca algılanır. Böylece, bu imge birimlerinin bir kısmı seyircinin bilinçaltı tepkisini sağlarken, başka bir kısmı da farkedilmediği için etkisiz kalır. Bu algılananlar her insanda kendi karakterine, o günkü ruh durumuna, içinde yaşadığı koşullara, o insanın komplekslerine ya da duygu atmosferine göre farklı olabilir. Ama yönetmenin işi, birbirinden farklı yüzlerce seyirciye bir noktada buluşacakları kolektif imgelere yönelmektir. Seyircinin dikkatini sahnenin algılanacak önemli imgelerine çekmek için elden gelen her şey yapılır. Bu karakterler guruplandırılarak yapılabilir – Juliet yukarda balkondadır; dikkati oraya odaklandırmak için orayı bir lokal ışıkla belirlemek gerekir. Ancak sahnenin oynanışı, seyircinin dikkatini belli bir noktaya çekme açısından başarılı da olsa, o anki saniyelik zaman içinde seyirciye iletilmek istenen görsel imge birçok değişik göstergeyi kapsar; bunlar bilgi ve anlam birimlerini taşıyan (semiyologların ‘belirtiler’ dedikleri) işaretlerdir. Bu işaretlerin her biri gösterinin anlamına katkıda bulunurlar. Bir açıdan psikiyatrist’in hastasına yönelişi gibidir bu. O da, doktor olarak süreli bir tedavide kodlamaları iyi ve doğru yapmak zorundadır.
İnsanları en iyi biçimde etkilemek için birbirinden farklı binlerce gösterge anlam üretmek üzere, uyumlu bir biçimde bir araya getirilir. Bu anlam üreticilerin yanlış akordu oynanan oyunu amacından saptırdığı gibi, seyirciyi de etkilemez. Bir tragedya kahkahalara sebep olabilir – yapıt bir parodiye, bürleske ya da melodrama dönüşebilir. Yücelikle gülünçlük arasında kıl payı fark vardır; bu klişe bir sözdür, ama doğrudur. Bu ikisini ayıran ‘kıl payı’, gösterinin başından itibaren ‘anahtar’ anlam üreticilerin saptanmasıyla ortaya çıkar. İşte bunun için de bütün bunları düzenleyecek yönetmenin de bir psikiyatrist titizliği içinde çalışması gerekir. Çünkü yönetmenin önündeki yol da psikiyatrist’inki gibi sisli ve karanlıktır. Yüründükçe, sisli karanlığın içine girildikçe ilerdeki yol görünür. Ancak görünen yere ulaşınca ilerde yine karanlık bir sis olabilir. Tiyatro da insanla ve onun ruhu ve ilişkileri ile uğraştığı sürece, bu böyle olacaktır. Kesin olan bilgi, teknik ve çalışma yöntemleri (ki bunlar da değişkendir) dışında, yaratıcılığın kapılarını açan fantezi dünyası uzay boşluğu kadar sınırsızdır. Bunun için yönetmenin seyircisine göre, onun kolektif komplekslerine göre, kolektif imgelerini seçmesi ve kodlamaları buna uygun yapması gerekir.
Özdemir Nutku