Eylül ayı, sanat eğitimi veren fakültelerin ve yüksek okulların yetenek giriş sınavlarının yapıldığı dönemdir. Bu dönemde yüzlerce genç, kafalarında geleceğe ilişkin bin bir renkli hayalle öğretim kurumlarına başvurur. Başvuranların bir kısmı bir yeri kazanamayan, ‘açıkta kalmamak için’ bir kez kendini denemek isteyenlerdir. Bir gurup da o sanat dalını gerçekten istediği için sınavlara girer. Aslında, giriş sınavını yapan jürinin dikkati de bu gurupta toplanır. Ancak sanatçı olma isteği başka, sanatçı olabilecek duyarlığa ve yeteneklere sahip olma daha başka bir şeydir. Üstelik, bu yeteneklere sahip olma daha başka özellikler gerektirir; çünkü yeteneğin sanata dönüşebilmesi için her şeyden önce sanatsal duyarlılığı olan bir çevrede yetişmiş olmanın birikimini yaşamış olmak gerekir. Sanat duyarlılığının temeli dünya görüşü, sezgi ve bilinçlilik ile oluşur. Bu temel üzerinde üstün bir beğeni düzeyi, güçlü bir anlatım, temiz bir dil, sınırsız imge gücü, doğru, sanatçı yorum ve benzeri sanat yetileri yer alır. İster sanatçı olsun, ister sanatı alımlayan kişi, sanat duyarlılığının temelindeki bu üç nitelik değişmez. Sanatçı işte bu temelin üstüne çeşitli yetileri en iyi biçimde ekleyerek yapıtını ortaya çıkarır. Bu durumda sanatçı, hem sanatın temelini kuran, hem de bu temelin üzerinde yapıtını yükşelten bir yaratıcı-yorumcudur.
Bizler gibi, ileri gitmenin zorunluluğu ile geriye dönüş zorlamasının çelişkisini yaşayarak havanda su döven toplumlarda, sanat yapmak ne kadar zorsa, sanat eğitimi vermek ve sanatçıyı eğitmek de o kadar çok engellerle doludur. Sanatı toplumun bir gereksinimi durumuna getirmek ve sanat eğitimine başvuran gençlerin bilinç ve duyarlılık düzeyini yükseltebilmek için, her şeyden önce insanlarımızın, aileden başlayan ve okullarda biçimlenen sanatsal bir ortamda yaşamaları gerekir. Bu, hepimiz sanat yapalım anlamında değildir. Ancak hepimiz bir estetik duyarlılık içinde, evlerimizi, sokaklarımızı, çalıştığımız yerleri, parkları ve kamuya ait mekânları insanca yaşanabilir ve güzel yapma bilincine erişmeliyiz. Estetik sorumluluk duygusunun ekonomik durumlarla hiçbir ilgisi yoktur. Yaşam koşullarını sanatsal yapabilmek yalnızca bir biçim sorunu değildir; bu biçime uygun bir özün daha önceden var edilmesi gerekir. Bu da küçük yaşlardan itibaren geliştirilebilinecek bir niteliktir.
Platon, Devlet adını verdiği ünlü yapıtında, devletin toplumsal birliğini korumak ve iyi yurttaş yetiştirebilmek amacıyla nasıl bir eğitim yapılması gerektiği üzerinde durmuş ve şu sonuca varmıştır: insanın kültürel eğitimi temel ilke olmalıdır. Eğer insanın ruhsal varlığı sağlıklı ve yüksek bir düzeyde ise, artık o kişi maddi varlığına da özen göstermenin bilincine varmış demektir. Bu nedenle, insanın moral varlığını yücelterek ruhsal dengesini sağlamak gerekir. Yine Platon’a göre, gerek güzel sanatlar, gerekse spor, insanın ruhsal yapısında devletin savunulması için zorunlu olan yüreklilik ve davranış inceliği gibi moral niteliklerin oluşmasını ve gelişmesini sağlar.
Büyük Alman yazar Schiller de, sanat eğitiminde, birleştirici gücü yakalamıştır. Ona göre, İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektup adıyla yayımlanan kitabında, parçalanmış insanı bütünleyecek, bozulmuş insanı düzeltecek en yetkin güç güzelliktir, sanattır. Ama buna varabilmek için, insanın en önce estetik eğitimden geçirilmesi zorunludur. Böyle bir eğitinden yoksun kalan toplum da bozulmaya, parçalanmaya mahkûmdur. Yine Schiller’e göre, tüm eğitimlerin amacı insanın estetik eğitimde birleşmesidir. Ona göre, insan hangi meslekten olursa olsun, kendi mesleğinde ilerleyebilmesi için estetik eğitimden geçmesi gerekmektedir. Brecht’in dediği gibi, sanat, “İnsanlığın en yüce sanatı olan yaşama sanatını öğreten bir araçtır “.
Günlük yaşamında çirkinlik, haksızlık, eyyamcılık, üçkağıtçılık, dalkavukluk, vurdumduymazlık ve kimliksizlik içinde bulunan bir kimse böyle bir çevreden kurtulamadığı takdirde, giderek kendine saygısını ve insani niteliklerini bir bir yitirmeye başlar. Çöplükte yetişen bir çocuk büyüdüğünde en temiz çevreyi bile çöplüğe çevirir. Estetik duyarlılığı hazırlayacak bir eğitim sisteminin olmadığı toplumlarda çirkine karşı bir tepkisizlik görülür.
Sanatçının toplumdaki değeri, o toplumun estetik duyarlılık ölçüsüne göredir. Genelde beğeni düzeyi düşük bir toplumda gerçek sanatçının değeri de bilinmez. Bu gibi toplumlarda kamu değerlendirmesinden çok medyanın toplumu yönlendirmesi ön plana çıkar. Oysa sanatçının değeri, yarattığı yapıtlarla tüm insanlara aşıladığı güzellik sevgisi, özgürlük duygusu ve düşünceye olan saygısıyla ortaya çıkar. Çağdaş duyarlılığı ve çağ bilincini yitirmeden, saplantısız bir estetik yetişişin doruk noktası, düşünceye karşılıklı saygıdır. Herkesin yeni yaratılara, karşıt düşünceler, en az kendininki kadar saygı göstermesi ancak estetik duyarlılığı elde etmiş kimseler belirlenebilir. Tekdüze monolog söyleyen, dediğim dedikçi, yüzeyde, bu yüzden sadece kendini dinleyen bir tutum yerine, özeleştiriye açık, tartışma etiğini bilen, karşısındakini dinleyerek onunla diyalog kurabilen, kanıta dayalı yanıt üretebilen, davranış esnekliği erdemi ile donanmış bir tutum yetkinliğine erişmek gerekmektedir.
Peki, bugün eğitim neden dibe vurmuş durumda? Eğitimin içini boşaltan sorumlular kimlerdir? Üniversitelerde ilk sömestiri tamamladıktan sonra ikinci sömestir başında tasarruf tebdirleri altında emekli öğretim üye ve elemanlarının, doktora yapmakta olanların ders veremeyeceği hakkındaki yazıyı daha yorumlayamadan bölümden hocaların ayrılması zorunlu tutuldu. Bir yandan, KHK yoluyla yılların deneyimli öğretim elemanlarının üniversiteden uzaklaştırılmaları; öte yandan yılların emeğiyle unvanlarını alan, yıllarını veren, akademik hayatları yarı yolda kesilen, öğrencilerinden uzak kalan, öğretim üyelerinin bu hali ne bilime ne sanata ne de kültüre yeterince önem veremedik, diyen yöneticilerin, aslında merkezden ne kadar da uzaklaştığın bir göstergesidir. Peki bu değerli akademisyenlerin şeri nasıl doldurulacak dendiğinde, yeni bir kararla lise öğretmenlerinin üniversitelerde ders vereceği açıklandı.
Sen tut yıllarca araştırmalar yaparak belli yerlere gelmiş üniversite öğretim elemanlarını kov onların yerine lise öğretmenlerini getir. Bu nasıl bir mantık, nasıl bir sapkınlıktır? Ardından bir karar açıklandı üniversite hocaları 75 yaşına kadar ders verebilecek diye… Sonra birden, 3-4 günde bu karardan vazgeçildi. O zaman ne gerek var yüksek lisansa, doktoraya ve araştırmalara? Eğer lise müfredatına geri dönülecekse üniversitelerin kapısına kilit vurup ve üniversite kavramını toptan kaldırıp 4 artı 4 yerine bir artı 4 daha ekleyip yola devam edilsin. Cahiller ülkesinde süper cahiller yetişsin! Hiç olmazsa, bu ülkede de bir şeyde süper olunsun! Bugün de yepyeni bir karara uyandık, akademisyen milletvekili iseniz, çift maaş uygulamasıyla hem milletvekili maaşı alacak hem de üniversitede ders verebileceksiniz. Peki, ‘tasarruf tedbirlerine ne oldu? Tasarruf tedbirleri sadece yetişmiş akademisyenler için miydi? O da mı, yeni vergilerle halkın sırtına yüklenecek? Sanırım emekli akademisyenlerin dışarıdan ders ücretli olarak cüzi (ders saati başına net 6,5 tl) bir ödeme almamızdan daha ciddi sorunlar olduğunu görüyor ve yıllarını bu işe vermiş bir akademisyen olarak yanıtlanması gereken çok şey olduğunu düşünüyorum. Her halde, bu durumda, hızla geriye giderken, geriye gitmekte hızımızı arttıracağız! Bakalım daha neler göreceğiz?
Çirkinlikleri kanıksamış, bunun içinde tepkisiz bir toplumda sorunsuz bir sanat eğitimi sağlayabilmenin güçlüğünden söz etmeye gerek duymuyoruz. Yetenek sınavlarında genç insanlarının çoğunun nasıl büyük bir boşluğu yaşadıklarına kahrolarak tanık oluyoruz. Oysa bu genç insanlar, geleceğe umutla bakarlarken Babil’in ışıl ışıl aydınlık asma bahçelerinin düşlerini görürler. Ama bu bahçeler karanlıklar kralının adamları tarafından çoktan yağmalanmış ve kundaklanmıştır.
Özdemir Nutku